İnsan Ne İle Yaşar?

Lev Nikolayeviç Tolstoy 1928 yılında varlıklı bir ailenin oğlu olarak doğdu. Çocukluğundan itibaren gerçeği aramaya ve yaşamın amacını çözmeyi kendine gaye edinen Tolstoy, 24 yaşında orduya katıldı. Askerlik görevi esnasında bulunduğu Kırım ve Kafkasya’da halkların fakirliği ve sefaletinden oldukça etkilendi ve ordudan ayrıldı. Varlığın ve yaşamın manasını anlama çabasıyla bir süre Optima Manastırı’nda münzevi yaşama çekildi. Fakat burada aradığını bulamadı ve arayış serüvenini sürdürdü. Asalet ünvanlarından, lüksten ve şatafatlı yaşantıdan haz duymuyor, doğduğu yer olan Yasnaya-Polyana’da mütevazi hayatını sürdürüyordu. Halkın fakirliği ve çaresizliği, Tolstoy’u servetini paylaşmaya ve aristokrat yaşantıyı reddederek halkın geneli gibi yaşamaya yöneltti. Huzuru aramak için çıktığı evinden on gün sonra bir tren istasyonunda oturduğu bankın üzerinde donarak öldü. Zaten Tolstoy dememiş miydi ki  “İnsana Ne Kadar Toprak Lazım”…


İnsana Ne Kadar Toprak Lazım?

Bir abla taşrada yaşayan kız kardeşini ziyarete geldi. Abla bir tüccar ile evliydi ve şehirde yaşıyordu, kardeş ise köyde oturuyordu ve bir köylüyle evliydi. İki kız kardeş çaylarını içerken bir yandan da sohbet ediyorlardı. Abla ne kadar rahat bir yaşam sürdüklerini, ne kadar iyi giyindiklerini, çocuklarının ne kadar güzel elbiselerinin olduğunu, ne kadar güzel şeyler yiyip içtiklerini ve kendisinin nasıl tiyatrolara, gezintilere ve eğlencelere gittiğini anlatarak şehir hayatının güzel taraflarını övmeye başladı. Küçük kız kardeş ablasının anlattıklarına içerlemişti ve o da tüccarların hayatını kötülemeye ve köylülerin hayat tarzını övmeye başladı.

–   Kendi hayatımı seninkine değişmem, dedi, zor bir hayat tarzımız olabilir ama en azından dertten tasadan uzak yaşıyoruz biz. Bizden daha iyi bir yaşam sürüyorsunuz. Fakat elinize çoğunlukla ihtiyacınız olandan daha fazlası geçse de sahip  olduğunuz her şeyi bir anda kaybedebilirsiniz. Ne derler bilirsin, ‘Kazanç ile kayıp ikiz kardeş gibidir’. Bugün varlıklı olanların ertesi gün yiyecek ekmek için ele güne el açtıkları çok görülmüştür. Bizim yaşantımız daha güvenli. Bir köylü ömrü boyunca sıska kalabilir, ama sonuçta uzun yaşar. Hiçbir zaman zengin olamasakta bize yetecek kadar ekmeğimiz bulunur her zaman. Bunun üzerine abla küçümser bir edayla,

–   Demek öyle? Tabii eğer yiyeceğinizi domuzlar ve buzağılar ile paylaşmak istiyorsanız siz bilirsiniz. Senin sevgili kocan ne kadar köle gibi çalışırsa çalışsın ikinizde hayvan pisliği içinde öleceksiniz, çocuklarınızda aynı, dedi.

–   Bu da ne demek oluyor şimdi? dedi küçük kız kardeş, “işimiz kaba ve bayağı iş olabilir. Ama öte yandan emin bir iş. Ayrıca hiç kimsenin önünde de eğilmemiz gerekmiyor. Ama şehirde etrafınız sizi baştan çıkaracak şeylerle dolu. Bugün için her şey yolunda olabilir, ama yarın Şeytanın kocanı kumarla, içkiyle ve başka kadınlarla aldatmayacağı ve neyiniz var neyiniz yoksa heba olmayacağı ne malum? Böyle şeyler az mı geliyor insanın başına?” Evin reisi Pahom, ocağın kenarına uzanmış bu ikisinin konuşmalarını dinliyordu. “Tamamen doğru” diye düşündü, “Küçüklüğümüzden beri toprakla uğraştığımız için köylülerin kafasına saçma sapan fikirleri sokacak vakti olmaz hiç. Bizim tek derdimiz yeterli toprağımızın olmayışıdır. Şayet çok toprağım olsaydı ne Şeytandan çekinirdim ne bir şeyden!”

İki kız kardeş çaylarını bitirdikten ve bir süre elbiselerden konuştuktan sonra çaydanlığı ve bardakları kaldırarak yattılar. Ama Şeytan ocağın arkasında oturmuş ve bütün konuşulanları işitmişti. Karısının sözleri üzerine adamın eğer çok toprağı olsaydı şeytandan bile çekinmeyeceğini söylemiş olması Şeytanı mutlu etmişti.

–   Pekala dedi Şeytan, kozumuzu paylaşalım bakalım. Yeterli toprağın olduğunda seninle yeniden görüşeceğiz…

Köyün yakınlarında küçük toprak sahibi bir hanım yaşıyordu. Kendisine ait yüz-yüz yirmi hektar kadar bir arazisi vardı. Köylülerle hep iyi geçinmişti, ta ki eski bir askeri kahya olarak işe alıncaya kadar. Kahya ödettirdiği cezalarla köylüleri sıkıntıya sokmaktan zevk alıyordu.

Pahom ne kadar dikkat ederse etsin sürekli olarak ya atlarından biri hanımefendinin yulaflarına dalıyor, ya ineklerinden biri yolunu şaşırarak hanımefendinin bahçesine, ya da buzağıları hanımefendinin otlaklarına giriyordu. O da hep para ödemek zorunda kalıyordu.

Pahom söylene söylene parayı ödüyor sonra sinirli bir vaziyette eve gidiyor ve hıncını ailesinden alıyordu. Bütün o yaz kâhya yüzünden Pahom’un başından dert eksik olmadı. Hatta kış gelip de hayvanların ahıra kapatılması gerektiğinde mutlu bile oldu. Hayvanlar merada otlayamasa ve ahırda onlara yemi idareli vermesi gerekse de en azından böylelikle onlar için endişelenmek zorunda kalmıyordu.

Kışın yayılan haberlere göre, hanımefendi toprağını satıyordu ve anayolun üzerindeki hanın sahibi topraklar için pazarlık yapıyordu. Köylüler bu haberi işittiklerinde çok endişelendiler. “Eğer han sahibi toprağı alırsa…” diye düşünüyorlardı, “Ödeteceği para cezalarıyla, hanımefendinin kâhyasından da fazla canımıza okur. Sonuçta o araziye hepimiz muhtacız”.

Bu düşünceyle köylüler gidip hanımefendiden toprağı hanın sahibine satmamasını rica ederek daha yüksek bir fiyat önerdiler. Hanımefendi de toprağı onlara bırakmayı kabul etti. Bunun üzerine köylüler  toprağın bütün köy namına satın alınmasını sağlamaya çalıştılar, arazi böylece her şeyiyle ortaklaşa kullanılabilirdi. Konuyu tartışmak için iki kez toplandılar, fakat bir çözüme varamadılar. Şeytan onların arasına anlaşmazlık tohumlan ektiğinden, bir türlü anlaşamadılar. En sonunda, araziyi her birinin kendi imkânları nisbetinde ayrı ayrı satın alınmasına karar verdiler. Hanımefendi, öncekini kabul ettiği gibi bu teklifi de kabul etti.

Bir müddet sonra, Pahom bir komşusunun elli dönüm toprak satın aldığını, hanımefendinin paranın yarısını peşin almaya, yarısı için de bir sene beklemeye razı olduğunu duydu. İçinde kıskançlık duyguları kabardı. “Şu işe bak,” diye geçirdi içinden, “arazinin tamamı satılıyor, bense hiç toprak alamıyorum.” Bu düşüncesini karısına da açtı.

–   Başkaları arazi satın alıyor,  dedi,  biz de yirmi dönüm kadar almalıyız. Hayat giderek zorlaşıyor. Bu kâhya verdiği para cezalarıyla bizi eziyor.

Kafa kafaya verip toprağı nasıl satın alabileceklerini düşündüler. Bir kenarda birikmiş yüz rubleleri vardı. Taylarından birisini, arılarının yarısını sattılar. Oğullarından birini ırgat  olarak çalışmaya gönderdiler ve ücretini peşin olarak aldılar. Paranın geri kalanı için de Pahom’un kayınbiraderine borçlandılar ve böylece toprak  için gerekli paranın yarısını güçlükle bir araya getirebildiler.

Sonra Pahom bir kısmında koruluk olan on altı hektarlık bir arazi beğenerek pazarlık yapmak için hanımefendiye gitti. Hanımefendiyle yaptıkları pazarlıkta anlaşmaya varıp el sıkıştılar, Pahom hanımefendiye peşin olarak bir depozito ödedi. Sonra, şehre gidip senetleri imzaladılar. Pahom, paranın yarısını şimdi, geriye kalanı da iki yıl içinde ödeyecekti. Artık Pahom’un da kendisine ait toprağı vardı. Borçlanarak aldığı tohumları yeni arazisine ekti. Hasat iyi geldi ve bir yıl içinde hem hanımefendiye, hem de kayınbiraderine olan borçlarının tamamını ödedi. Artık bir toprak sahibiydi. Kendi toprağını sürüp ekiyor, kendi ağaçlarını kesiyor, sığırlarını kendi çayırında otlatıyordu. Tarlalarını sürmeye, büyüyen hububatına ya da otlaklarına bakmaya gittiğinde yüreği sevinçle doluyordu. Orada büyüyen otlar ve açan çiçekler, onun gözünde başka hiçbir yerdekine benzemiyordu. Eskiden bu toprak parçasının yanından geçerken, diğerlerinden farksız görünürdü. Oysa şimdi gözüne ne kadar da farklı gözüküyordu.

Pahom hayatından çok memnundu, ancak komşu köylüler onun hububat ekili tarlalarından ve otlaklarından geçmeseler her şey tamam olacaktı. Onlara nazik dille bunu yapmamalarını rica ettiyse de köylüler geçmeye devam ettiler. Şimdi de köyün çobanları köyün ineklerini onun çayırına sokuyor, dahası, gece otlayan atlar onun mısır tarlasının içine giriyordu. Pahom hayvanları defalarca dışarı çıkarmış, sahiplerini bağışlamış, köylülere acıdığı için hiç kimseyi uzunca bir süre boyunca mahkemeye vermemişti.  Ama en sonunda sabrı taştı ve bölge mahkemesine şikayette bulundu. Köylülerin toprağının olmadığını, bunun da sıkıntıya yol açtığını, yaptıklarında görünür bir kasıt bulunmadığını biliyordu, ama içinden, “Bunu görmezden gelip geçemem, yoksa neyim var neyim yok her şeyi mahvedecekler. Onlara bir ders vermek lazım.” diye geçiriyordu.

Böyle düşünerek köylüleri mahkemeye verdi. Böylece onlara derslerini vermiş oluyordu, ardından bir daha dava etti. Köylülerden birkaçı para cezasına çarptırıldı. Bir süre sonra, Pahom’un komşuları ona kin beslemeye başladılar. Zaman zaman sığırlarını kasıtlı olarak onun arazisine soktular. Hatta, bir köylü gece Pahom’un koruluğuna girip beş körpe ıhlamur ağacını kabukları için kesti. Bir gün koruluğun yanından geçen Pahom’un gözüne beyaz bir şey çarptı. Yaklaşınca, ağaçların bulunduğu yerde köklerin kaldığını, biraz ötelerinde de kabukları soyulmuş ağaç gövdelerinin yattığını gördü. Pahom öfkeden küplere bindi. “Tek bir ağacı kesmiş olsa neyse…” diye düşündü, “Ama hınzır herif bir yığın ağaç kesmiş. Bunu yapanı bir bulursam ona bunu pahalıya ödeteceğim.” Bunu yapan kim olabilir diye kafa patlattı. Sonunda karar verdi: “Simon olmalı,  ondan başkası yapmış olamaz.”    Sonra, Simon’un çiftliğine göz atmaya gitti, ama öfkeli bir münakaşadan başka birşey bulamadı orada. Yine de, bunu Simon’un yaptığından emindi ve adamı mahkemeye verdi. Simon sorgu için çağrıldı. Dava tekrar tekrar görüldü, aleyhinde delil bulunamadığı için Simon sonunda beraat etti. Pahom kendisini şimdi daha fazla haksızlığa uğramış hissettiği için, öfkesini mahkeme heyetine ve hakimlere kustu.

–   Hırsızlardan rüşvet alıyorsunuz, dedi, İyi insanlar olsanız  bir hırsızı serbest bırakmazdınız.

Pahom hem hakimlerle, hem de komşularıyla kavga etti. Evini ateşe verecekleri tehditlerini duymaya başladı. Pahom’un eline gittikçe daha fazla toprak geçmesine rağmen, köy içindeki içindeki yeri eskisine göre çok daha kötüydü. O sıralarda ortalıkta, insanların yeni yerlere göç ettiklerine dair bir söylenti yayılmaya başladı. “Benim toprağımı  terk etmeme gerek yok,” diye düşündü Pahom,  “Belki başkaları köyümüzden gider de bize daha fazla toprak kalır. Onların topraklarını ben alır, arazimi büyütürüm. Hayatım daha kolaylaşır.  Şu halimle daha rahata ermiş değilim.”

Bir gün Pahom evde otururken, köyden geçmekte olan bir köylü çıkageldi. Pahom bu köylüye nereli olduğunu sordu. Yabancı, Pahom’a Volga nehrinin öbür tarafından geldiğini ve orada çalıştığını söyledi. Bu söz Pahom’un dikkatini çekince, adam birçok insanın oraya göçüp yerleştiğini anlatmaya başladı. Kendi köyünden de insanların oraya yerleştiklerini ve kendilerine adam başına on hektar toprak verildiğini adamdan dinledi. Toprak o kadar verimliymiş ki, çavdarlar at boyu büyüyormuş. Ve çavdarlar o kadar kalınmış ki beş orak darbesi bir deste yapıyormuş. Bir köylü sırtında bir gömlekten başka hiçbir şey getirmemiş, ama şimdi kendine ait altı atı ve iki ineği varmış.

Pahom’un kalbi hırsla tutuşmuştu. İçinden şöyle geçiriyordu: “Başka bir yerde daha rahat ve refah yaşayabilecekken, neden burada sıkıntı çekeyim? Buradaki toprağımı ve çiftliğimi satıp, o parayla orada her şeye yeniden başlar ve her şeyi yeni baştan alırım. Bu kalabalık yerde insanın başı dertten kurtulmuyor. Ama önce oraya gidip her şeyi gözlerimle görmeliyim.”

Pahom yaza doğru hazırlandı ve yola çıktı. Buharlı bir gemiyle Volga üzerinden Samara’ya indi, sonra iki yüz millik bir yolu yayan yürüdü ve en sonunda o yere ulaştı. Her şey tıpkı yabancının anlattığı gibiydi. Bütün köylülere yetecek kadar fazlasıyla toprak vardı. Her köylü kullanması için on hektar toprağa sahipti. Ayrıca, parası olanlar istedikleri kadar toprağı kendi mülkleri olarak ucuza alabiliyordu. Öğrenmek istediği her şeyi öğrenen Pahom, sonbahar yaklaşırken evine geri döndü ve malını mülkünü satmaya başladı. Arazilerini, çiftliğini ve hayvanlarını iyi bir fiyata sattı ve köyünden ayrıldı. Baharın gelmesi ile birlikte ailesi ile yeni evlerine yerleşmek üzere yollara düştü.

Pahom ailesiyle birlikte yaşayacakları yeni evlerine varır varmaz, büyük bir köyden arazi satın almak için başvurdu. Gerekli belgeleri ve hediyeleri köy heyetine sundu ve onlardan gerekli belgeleri temin etti. Kendisinin ve oğullarının kullanması için beş hisse yani elli hektar arazi  verildi. Ayrıca köye ait meradan da faydalanabilecekti. Pahom, ahır vb. gibi gerekli yapıları inşa ederek sığırlar satın aldı. Eskisine göre üç kat fazla toprak düşmüş ve çok daha fazla ürün alır olmuştu. Üstelik toprak hububat için çok elverişliydi. Eskisinden on kat daha iyi durumdaydı. Oldukça geniş otlakları ve ekilebilir arazisi vardı. İstediği sayıda sığır da besleyebilirdi artık.

İlk başlarda bina yapımı ve yerleşme telaşında olan Pahom her şeyden memnunluk duyuyordu;fakat duruma alıştıkça, burada da yeterince toprakları olmadığını düşünmeye başladı. İlk yıl, köy arazisinden payına düşen kısma buğday ekti ve iyi mahsul aldı. Tekrar buğday ekmek istiyordu, ama bunun için yeteri kadar köy arazisi yoktu. Aslında elindeki topraklar da buğday ekmeye elverişli değildi. Çünkü o bölgede yalnızca bakir topraklara ve nadas arazilerine buğday ekiliyordu. İki senede bir defa buğday ekilen topraklar, daha sonra üzerlerinde büyük otlar yetişinceye kadar nadasa bırakılıyordu. Bu tür arazileri isteyen çok sayıda kişi vardı, ama herkese yetecek kadar toprak yoktu. Bu yüzden insanlar kavga ediyorlardı. Zenginler bu topraklan buğday yetiştirmek için istiyor, yoksul olanlar ise bu toprağı, tüccralara kiralayıp kazanacakları para ile vergilerini ödeyebilmek için istiyorlardı. Pahom daha fazla buğday ekmek isteyenlerdendi; bu yüzden bir tüccardan bir yıllığına arazi kiraladı.Bol miktarda buğday ekti ve çok güzel hasat aldı. Ancak kiraladığı arazi köyden çok uzaktı ve mahsülün at arabalarıyla on milden uzak mesafeden taşınması gerekiyordu. Bir süre sonra, Pahom bazı köylü tüccarların uzak çiftliklerde yaşadıklarını ve zenginleştiklerini farketti. İçinden şöyle geçirdi; “Eğer mülkiyeti bana ait biraz toprak satın alsam, üstüne de bir çiftlik evi kondursam ne kadar farklı olurdu. O zaman herşey güzel ve kusursuz hale gelirdi.”

Mülkiyeti kendine ait toprak alma fikri aklından hiç çıkmıyordu. Üç yıl daha aynı şekilde yaşamaya devam etti,  toprak  kiralıyor ve buğday ekiyordu. Mevsimler iyi geçiyor ve iyi mahsul alıyordu. Kenara para ayırmaya başlamıştı. Belki halinden memnun yaşayabilirdi, ama her sene başkalarının toprağını kiralamaktan ve bunun için itişip kakışmaktan bıkmıştı. Nerede iyi bir arazi varsa köylüler oraya üşüşüyor ve arazi anında satılıyordu. Daha hızlı davranmazsanız, size hiçbir şey kalmıyordu. Üçüncü yılda Pahom bir tüccarla birlikte bazı köylülerden bir otlak arazisi kiraladılar. Tam araziyi sürmüşlerdi ki köylüler ile aralarında bir anlaşmazlık oldu ve köylüler mahkemeye başvurdu. Davayı kaybettiler ve bütün emekleri boşa gitti. “Kendi toprağım olsaydı,” diye düşündü Pahom, “Kimse işime karışmaz, bütün bu can sıkıcı şeyler de başıma gelmezdi.” Böylece Pahom satın alabileceği topraklar aramaya koyuldu. Yeni satın aldığı yirmi hektar arazisi olan fakat para sıkıntısı çektiği için ucuza satmaya razı olan bir köylüye rastladı. Pahom adamla sıkı bir pazarlığa girişti ve sonunda bir kısmı peşin bir kısmı da daha sonra ödenmek üzere, bin beş yüz rubleye anlaştılar. Anlaşmayı az kaldı sonuca bağlıyorlardı ki, bir gün o köyden geçen bir tüccar atlarına su vermek için Pahom’un çiftliğinde mola verdi. Tüccar ile Pahom oturup çay içip sohbete daldılar. Tüccar, Pahom’a uzaklardan, Başkırların topraklarından döndüğünü oraya bin rubleye tam beş bin iki yüz hektar arazi satın aldığını söyledi. Pahom hırsla adama bunun nasıl olduğunu sordu:

–   Tek yapman gereken reislerinin dostluğunu kazanmak. Parlak kumaşlara, halılara ve bir sandık çaya yüz ruble saydım. İçmekten hoşlananlara şarap ikram ettim ve araziyi çok ucuza kapattım, dedi ve Pahom’a aldığı büyük arazinin tapusunu göstererek, “Arazi nehir kenarında ve bakir, çok verimli toprak” diye ekledi. Adam, kendisine durmaksızın sorular soran Pahom’a şöyle dedi:

“Orada, bir yıl yürüsen bile diğer ucuna varamayacağın kadar geniş topraklar var ve hepsi de Başkırlar’a ait. Bir koyun kadar saf insanlar. Onlardan topraklarını sudan ucuza alabilirsin.” Pahom “Hadi bakalım,” diye düşündü: “Neden bin beş yüz  rublemle buradan yirmi hektar  alıp, bir de borç altına gireyim? Halbuki bu parayla oradan on kat fazla toprak alabilirim.”

Pahom, o yere nasıl gidebileceğini sordu ve tüccar yanından ayrılır ayrılmaz yola çıkmak üzere hazırlandı. Karısını çiftliğe göz kulak olması için evde bırakıp, yanına uşağını alarak yola çıktı. Yolları üstünde bir kasabada durarak bir teneke çay, biraz şarap ve tüccarın tavsiye ettiği diğer hediyeleri satın aldılar. Üç yüz milden fazla yol gittiler. Yedinci gün, Başkırlar’ın çadırlarını kurdukları yere ulaştılar. Her şey tüccarın anlattığı gibiydi. İnsanlar bozkırlarda, bir nehrin kenarındaki keçe çadırlarda yaşıyorlardı. Ne çift sürüyorlar, ne de ekmek yiyorlardı. Sığırları ve atları sürüler halinde bozkırda otluyordu. Taylar çadırların arkasında bağlı duruyor ve kısraklar günde iki defa yanlarına götürülüyordu. Tayların sütü sağılarak bu sütten kımız yapıyorlar ve bunu içiyorlardı. Kımızı hazırlayanlar, peyniri yapanlar kadınlardı. Erkeklerin bütün yaptığı ise kımız ve çay içmek, koyun eti yemek ve kaval öttürmekti. Hepsi şişman ve neşeli insanlardı.

Bütün yaz boyunca akıllarına iş yapmak gelmiyordu. Oldukça cahildiler ve hiç Rusça bilmemekle birlikte  güleryüz gösteriyorlardı. Pahom’u görür görmez, çadırlarından çıkıp misafirlerinin etrafını sardılar. Bir tercüman bulundu ve Pahom biraz toprak almak için geldiğini söyledi. Başkırlar çok memnun olmuşa benziyordu. Pahom’u alıp en iyi çadırlarından birine, birkaç kişinin halının üzerindeki minderlere oturduğu bir çadıra götürdüler. Pahom’a çay ve kımız verdiler, bir koyun keserek kendisine ikram ettiler. Pahom’da at arabasından hediyeleri indirerek Başkırlar’a dağıttı. Çayı aralarında bölüştürdü. Başkırlar bu hediyelerden çok memnun olmuşlardı. Kendi aralarında uzun uzun konuştuktan sonra tercümandan konuşulanları çevirmesini istediler. Tercüman:

–   Size, dedi tercüman, sizden hoşlandıklarını ve misafiri memnun etmek için elimizden gelen her şeyi yapmanın ve getirdiği hediyeler karşılığında bizim de bir şeyler vermemizin bir gelenek olduğunu söylemek istiyorlar. Siz bize güzel hediyeler verdiniz. Şimdi söyleyin bize, bizim sahip olduğumuz hangi şey sizi en çok mutlu ederse onu biz size takdim edelim.

–   Beni en çok memnun edecek şey sizin sahip olduğunuz arazilerdir, dedi Pahom. Bizim arazilerimiz kalabalık, ayrıca topraklarımız da yorgun. Ama sizin bir sürü verimli araziniz var. Sizdeki geniş ve verimli araziler gibisini hayatımda görmedim.

Tercüman Pahom’un sözlerini çevirdi. Başkırlar aralarında bir müddet konuştular. Neler konuştuklarını anlayamıyor, ama fazlasıyla neşelendiklerini, bağrışıp güldüklerini görüyordu. Sonra susup, tercüman konuşurken Pahom’a baktılar: “Hediyelerinin karşılığında, sana istediğin kadar toprağı seve seve vereceklerini söylüyorlar. Sen yalnızca elinle nereyi istediğini göster, orası senin olsun. “Başkırlar bir süre daha aralarında konuştular ve tartışmaya başladılar. Pahom neyi tartıştıklarını sorunca, tercüman bazılarının toprak meselesini Reis’e sormaları, onsuz hareket etmemeleri gerektiği düşüncesinde olduğunu fakat diğerlerinin ise Reis’in dönüşünü beklemeye gerek olmadığını söylediğini anlattı. Başkırlar tartışırken, başında büyük tilki kürkünden kalpak takmış bir  adam kapıda göründü. Hepsi seslerini kesip saygıyla ayağa kalktılar. Tercüman; “İşte Reisimiz bu…” dedi. Pahom hemen ayağa kalktı, derhal koşup en güzel kumaşlarla iki buçuk kilo çayı getirip Reis’e sundu. Reis hediyeleri kabul edip kendisini başköşeye oturttu. Başkırlar hemen ona bir şey anlatmaya başladılar. Reis bir süre dinledi, sonra baş işaretiyle susmalarını işaret etti ve Pahom’a dönerek Rusça: “Pekâlâ, öyle olsun. Nereyi beğenirsen orası senin olsun bizde nasıl olsa bizde çok toprak var.”

“Nasıl istediğim kadar toprak alabilirmişim ?” diye düşündü Pahom. “İşi sağlama bağlamak için tapusunu çıkartmalıyım, yoksa ‘Burası senin’ deyip, sonra da elimden alabilirler.”

“Nazik sözleriniz için teşekkür ederim.” diye konuştu Pahom,  sizin çok toprağınız var, benim istediğimse azıcık bir şey. Ama yine de o küçücük parçanın bana ait olduğundan emin olmalıyım. Ölçülüp sonra tapusu verilemez mi? Hayat da ölüm de Tanrının elinde. Siz iyi insanlar onu bana verirsiniz, ama belki çocuklarınız geri almak isteyebilirler.

–   Çok  haklısın, dedi Reis, toprağı tapusuyla sizin üzerinize yaparız o zaman.

–   Duydum ki, buraya bir tüccar gelmiş, diye devam etti Pahom, ve siz de ona biraz toprak vermiş, tapu senedi düzenlemişsiniz. Ben de aynen bu şekilde olmasını istiyorum.

Reis Pahom’un dediklerini anlayışla karşılıyordu.

–   Tamam, dedi Reis, o iş kolayca halledilir. Bir kâtibimiz var, seninle birlikte şehre gidip mühürlü, tasdikli bir tapu alırız.

–   Peki ya arazinin fiyatı ne olacak? diye sordu Pahom.

–   Fiyat hep aynıdır, günlüğüne bin ruble… Pahom hiçbir şey anlamamıştı.

–   Günlüğüne mi? Nasıl ölçüymüş o? Kaç dönüm yapar? dedi Pahom.

–   Biz öyle hesap bilmeyiz, dedi Reis, biz toprağı gün hesabı ile satarız. Bir günde yürüyerek etrafını çevirebildiğin kadarı senindir ve fiyatta günlüğü bin rubledir.

Pahom afallamıştı.

–   Ama insan bir günde büyük bir arazinin etrafını çevirebilir, dedi.

Reis kahkahalarla güldü.

–   O zaman hepsi senin olur! dedi. Ama bir şartım var: başladığın noktaya aynı gün dönmezsen paranızı geri alamazsınız.

–   Ama geçtiğim yerleri nasıl işaretleyeceğim?

–   Sizin seçeceğiniz bir yere gidip bekleyeceğiz. Siz oradan başlayacaksınız ve bir kürek alarak dilediğiniz arazinin etrafında dolaşacaksınız. Gerekli gördüğünüz yerlere çukur kazarak işaret koyarsınız. Sonra biz sabanla gelir arazinin etrafındaki çukurları birleştireceğiz. İstediğiniz kadar geniş arazi seçebilirsiniz, ama güneş batmadan başlangıç noktasına geri dönmelisiniz. Kat ettiğiniz bütün arazi sizin olacaktır.

Pahom çok mutluydu. Ertesi sabah erkenden başlamaya karar verdiler. Bir süre daha sohbet ettikten sonra ve biraz daha kımız içip koyun eti yedikten  sonra tekrar çay içtiler ve gece oldu. Başkırlar Pahom’a kuş tüyü bir yatak verdiler ve ertesi sabah seher vakti buluşup güneş doğmadan at sırtında kararlaştırılan noktaya gitmek üzere sözleşerek dağıldılar. Pahom kuştüyü yatağa uzandı, ama uyuyamadı. Aklında hep toprak vardı. “Kim bilir ne kadar büyük bir araziyi işaretlerim!” diye düşünüyordu. “Bir günde rahatlıkla otuz beş mil gidebilirim. Günler şimdi uzun, otuz beş millik bir dairenin içinde ne de geniş toprak vardır! İşe yaramaz kısımlarını satar veya köylülere bırakırım. Ama  en iyi kısmını kendime ayırıp işlerim. İkişer ikişer koşmak için  dört öküz alır ve iki de ırgat tutarım. Altmış hektarını ekerim, geriye kalanı da  otlak yaparım.”

Pahom bütün gece gözünü kırpmadı ve ancak şafak sökmeden biraz önce uykuya daldı. Gözlerini kapar kapamaz bir rüya gördü. Rüyasında gene aynı çadırda uzanmış yatıyordu, derken dışarda birisinin kahkahalarla güldüğünü duydu. Kim olabilir diye merak edip kalktı ve dışarı çıktı. Başkır Reisi’nin, çadırın önünde oturmuş böğrünü tuta tuta güldüğünü gördü. Reis’in yanına giden Pahom; “Niye gülüyorsun?” diye sordu. Karşısındaki artık Reis değil, daha önce evine uğrayan ve buradaki toprakları anlatan tüccar olmuştu. Pahom tam ona  “Epeydir mi buradasın?” diye soracakken, adam tüccar olmaktan çıkıp, uzun zaman önce Pahom’un eski evine gelen Volgalı adama dönüştü. Sonra gördü ki o, köylü de değil, ama şeytan’ın ta kendisi olduğunu gördü. Şeytan  tırnakları ve boynuzlarıyla orada durmuş gülmekten kırılıyordu. Şeytanın ayaklarının ucunda ise yüzü koyun kapanmış çıplak ayaklı bir adam uzanmış yatıyordu.

Pahom rüyasında kendisinin  yerde yatan adama kim olduğunu anlamak için daha dikkatli baktığını gördü. Ölmüş halde yatan bu adam  Pahom’un ta kendisiydi! Dehşetle uyandı. “Bir rüyadan ne çıkar?” diye geçirdi içinden.
Çadırın açık kapısından baktı; şafak söküyordu. “Onları uyandırmanın zamanıdır” diye düşündü. “Artık yola koyulsak iyi olur.” Başkırlar kalkıp toplandılar, şef de geldi. Yine kımız içmeye başladılar, Pahom’a da çay ikram ettiler, ama onun beklemeye sabrı yoktu.

–   Gideceksek, haydi bir an önce başlayalım. Zaman geçiyor, dedi.

Başkırlar hazırlandılar ve hep birlikte yola çıktılar. Kimisi at sırtında, kimisi de arabaların içindeydi. Pahom uşağıyla birlikte kendi küçük at arabasında gidiyordu. Yanına bir de kürek almıştı. Bozkıra vardıklarında gök kızarmaya başlamıştı. Başkırların ‘şihan’ dediği bir tepeye çıktılar. Atlarından ve arabalarından inerek bir noktada toplandılar. Reis Pahom’un yanına gelip eliyle ovayı göstererek,

–   Bakın, dedi, gözünüzün alabildiği her yer bizim. İstediğin kısmını alabilirsin.

Pahom’un gözleri parladı. Arazinin tamamı daha önce hiç ekilmemiş bakir topraklardı. Arazi avuç içi kadar düz, haşhaş tohumu kadar siyah ve çukur kısımlarında bin bir çeşit ot göğüs hizasına kadar uzamıştı.

Reis tilki kürkü kalpağını çıkarıp yere koydu ve:

–   İşaret bu olsun. Buradan başlayıp yine buraya dönün. Etrafını dolaştığın bütün arazi sizin olacak, dedi.

Pahom parasını çıkarıp kalpağın üzerine koydu. Paltosunu çıkardı, üzerinde bir tek iç ceketi kaldı. Kuşağını çıkarıp karnının altından bağladı, yeleğinin koynuna küçük bir ekmek torbası, kuşağına da bir su matarası koydu, çizmelerini bağladı, uşağından küreği aldı. Artık yola çıkmaya hazırdı. Bir an hangi yoldan gitsem daha iyi olur diye düşündü. Her yer cazip görünüyordu. “Hiç fark etmez,” dedi sonunda, “güneşin doğduğu yöne doğru gideyim.” Yüzünü doğuya döndü, gerinip güneşin ufukta görünmesini bekledi. “Vakit kaybetmemeliyim,” diye düşündü, “hava serinken yürümek daha kolay.”

Güneş ışınları ufukta parlar parlamaz, Pahom omzunda küreğiyle birlikte bozkıra daldı. Yürümeye başladığında ne yavaş ne de hızlıydı. Yaklaşık bir kilometre kadar gittikten sonra durup yere bir çukur kazdı ve görünmesi için otları üst üste koydu. Sonra yürümeye devam etti. Mahmurluğu geçince adımlarını sıklaştırdı. Bir süre sonra bir başka çukur daha kazdı. Pahom dönüp arkasına baktı. Tepeyi, üzerindeki insanları ve parıldayan araba tekerleklerini güneş ışığının altında rahatça görebiliyordu. Kaba bir tahminle üç mil yürüdüğüne kanaat getirdi. Hava giderek ısınıyordu, iç ceketini çıkarıp omzuna attı ve yürümeye devam etti. Hava epeyce ısınmıştı şimdi, güneşe bakıp kahvaltı zamanının geldiğini düşündü.

“İlk aşama tamam, üç tane daha kaldı. Henüz dönmek için erken. Şu çizmelerimi çıkarayım hele” dedi kendi kendine. Oturdu, çizmelerini çıkarıp kuşağına bağladı ve yürümeye devam etti. “Bir üç mil daha yürürüm,” diye aklından geçirdi, “sonra da sola dönerim. Arazinin bu kısmı o kadar güzel ki, kaybedersem yazık olur. İnsan yürüdükçe, arazi daha verimli görünüyor. “Bir süre dosdoğru gitmeye devam etti, dönüp baktığında tepe güçlükle, üstündeki insanlar ise siyah karıncalar gibi görünüyordu. Sadece güneşte parlayan bir şeyler görüyordu.

“Eyvah, bu yönde çok fazla gitmişim,” diye düşündü.

“Şimdi dönmeliyim. Öyle terledim ve susadım ki. “Durup büyük bir çukur kazıp ot parçalarını üst üste yığdı. Matarasını çıkarıp biraz su içti. Sonra, sola keskin bir dönüş yaptı. Durmaksızın yürüdü. Otların boyu yüksek, hava da çok sıcaktı. Pahom yorulmaya başlamıştı. Güneşe bakınca vaktin öğle olduğunu gördü.

“Hmm,” diye düşündü, “biraz dinlenmeliyim.”  Yere oturarak biraz ekmek yedi, biraz da su içti fakat uyuyakalabileceğini düşünerek uzanmadı. Biraz oturduktan sonra tekrar yola koyuldu. Başlangıçta kolayca yürüyordu. Yemek yemek ona güç vermişti. Ama hava şimdi korkunç derecede ısınmıştı ve uykusunun geldiğini hissetti. Buna rağmen “Şurada az kaldı, sıkayım dişimi sonra bir ömür sefasını sürerim” diye düşünerek yürümeye devam etti. Bu yönde de uzun bir yol kat etti ve tekrar sola dönmek üzereydi ki çukurda kalmış ve içi nemli bir arazi gözüne ilişti: “Bunu dışarıda bırakırsam yazık olur,” diye düşündü. “Burada iyi keten yetişir.” Böylece buranında etrafını dolaştı ve arazinin öbür yanında bir çukur kazdı. Pahom tepeye doğru baktığında sıcaklık havayı bulanıklaştırıyordu. Sanki sıcaklık dalga dalga yükseliyordu. Bu manzara içerisinde tepenin üzerindeki insanlar neredeyse görülmüyordu. “Ah,” dedi içinden  “iki kenarı da fazla uzun tuttum, bari bunu kısa tutayım. “Adımlarını sıklaştırarak üçüncü kenarı yürümeye başladı. Güneşe baktı, güneş ufkun yolunu neredeyse yarılamıştı. Oysa Pahom karenin üçüncü kenarında iki mil bile yürümemişti.

Varacağı noktaya daha on mili daha vardı. “Hayır” diye düşündü, “Arazim orantısız da olsa, dönüp dosdoğru bir çizgide yürümeliyim artık. Bayağı uzağa gittim ve hayli büyük bir arazim oldu.” Pahom aceleyle bir çukur kazdı ve yönünü tam tepeye doğru çevirdi. Pahom dosdoğru tepeye gidiyordu, ama şimdi zorlukla yürüyordu. Sıcaktan bitap düşmüştü. Çıplak ayakları kesilmiş ve yara bere içinde kalmıştı. Bacaklarında derman kalmamıştı. Dinlenmeyi çok istiyordu, ama eğer güneş batmadan dönmek istiyorsa bu imkânsızdı. Güneş hiç kimseyi beklemezdi ve gittikçe ufuk çizgisine daha da yaklaşıyordu. “Ne yaptım ben” diye düşündü, “Keşke aptallık edip daha fazlası için çabalamasaydım! Ya vaktinde yetişemezsem?” Tepeye ve güneşe doğru baktı. Hedeften halen uzaktaydı. Güneş ufka daha da yaklaşmıştı.

Pahom durmaksızın yürüdü ve gittikçe daha zor yürüyordu, ama daha da hızlandı. Hızlandı ama, varacağı yerden hâlâ çok uzaktı. Koşmaya başladı, paltosunu, çizmelerini, matarasını, başlığını yere fırlattı. Elinde yalnızca, destek olarak kullandığı kürek kaldı. “Şimdi ne yapacağım,” diye düşündü tekrar, “Haddinden fazla yer dolaştım, hepsine birden göz diktim. Güneş batmadan oraya ulaşamayacağım, her şeyi berbat ettim.”

Bu korku onun nefesini daha da kesti. Pahom koşmaya devam etti, fanilası ve pantolonları terden üstüne yapışmıştı. Susuzluktan ağzı kurumuş, dudakları kavrulmuştu. Göğsü demirci körüğü gibi inip kalkıyor, kalbi tokmak gibi çarpıyordu. Bacakları ise sanki ona ait değillermişçesine artık kendisini taşımakta zorlanıyorlardı. Birden, vücudunu aşırı zorlamadan öleceği korkusu sardı Pahom’u. Ölüm korkusuna rağmen duramazdı. “O kadar yolu koştuktan sonra şimdi durursam, bana aptal derler,” diye düşündü ve koşmaya devam etti. Tepeye o kadar yaklaşmıştı ki Başkırlar’ın haykırışlarını ve kendisine bağırışlarını duydu, onların çığlıkları kalbini daha da alevlendirdi. Kalan son gücünü toplayıp koşmaya devam etti.

Güneş ufuk çizgisine yaklaşmış, buğulu havada kocaman ve kan kırmızısı bir renkte görünüyordu. Şimdi, evet şimdi güneş batmak üzereydi. Güneş iyice alçalmıştı, ama o da hedefine çok yaklaşmıştı. Pahom tepenin üzerinde, acele etmesi için kendisine el sallayan insanları artık görebiliyordu. Yerdeki tilki kürkünden kalpağı, onun üzerindeki parayı ve elleri belinde duran Reis’i de görebiliyordu. Ve Pahom birden gece gördüğü rüyayı hatırladı. “Şimdi bol bol toprağım var,” diye düşündü, “Ama acaba ben o toprakların üstünde yaşayabilecek miyim? Öldüm ben öldüm!  Varış noktasına asla ulaşamayacağım.”

Pahom, ufka kavuşan güneşe baktı. Güneşin bir ucu çoktan gözden kaybolmuştu.  Tüm gücüyle atıldı, gövdesini öne doğru eğdiğinden bacakları geride kalıyor, az kalsın düşecek gibi oluyordu. Tepeye varmıştı ki ortalık aniden karardı. Baktı, güneş batmıştı. Bir çığlık koyuverdi. “Bütün emeğim heba oldu,” diye düşündü. Durmak üzereydi ki, Başkırlar’ın hâlâ bağırdığını işitti, birden güneş aşağıda kendisine batmış gibi görünse de, tepenin üstündekilerin güneşi görebildiklerini hatırladı. Derin bir nefes aldı ve tepeye çıktı. Tepenin yukarısı hala aydınlıktı. Tepeye ulaştı ve kalpağı gördü. Reis kalpağın önünde iki eli böğründe oturmuş gülüyordu. Pahom rüyasını tekrar hatırladı ve bir çığlık attı. Dizleri artık tutmuyordu, yere yıkıldı, elleriyle kalpağa uzandı.

–   İyi adam! diye bağırdı Reis, bir sürü toprağı oldu.

Pahom’un uşağı koşarak geldi ve onu yerden kaldırmaya çalıştı, ama efendisinin ağzından kan geldiğini gördü.  Pahom ölmüştü! Başkırlar dillerini şaklatarak acıma ve üzüntülerini gösterdiler.

Uşağı küreği alarak Pahom’un sığabileceği büyüklükte bir çukur kazdı ve onu oraya gömdü. Başından topuklarına kadar yüz seksen santim uzunluğundaki bir toprak parçası Pahom’a yetip artmıştı bile.

SON…


 

Uyku Yaşam İçin Neden Önemli?

Voltaire, ‘Tanrı, hayatın birçok güçlüklerine karşı bizlere umut ve uykuyu bahşetmiştir’ der. Peki insanoğlu için umut en son kaybedilen şey iken, uyku neden genellikle ilk

Habil Kabil

Şiddet ve Toplumsal Cinnet

İnsanlık tarihinde şiddet olgusu, Kabil’in kardeşi Habil’i kendine özgü bazı gerekçeler ile öldürme hikayesi kadar eskidir. Cinayeti işleyen Kabil, Adem ve Havva’nın büyük oğlu, öldürülen

Satranç_Ego

Benliğin Savunma Mekanizmaları

Her organizma kendi içerisinde biyolojik ve ruhsal denge koşullarını koruma eğilimindedir. Örneğin vücudumuz bir enfeksiyon kaynağı ile karşılaşması halinde immunolojik kaskatlar tetiklenir ve enfeksiyon tipine